Mehmet Acet
Köşe Yazarı
Mehmet Acet
 

Yeni süreç nasıl ilerleyecek?

Yazının başında yeni öğrendiğim Çözüm süreci döneminden bir anekdot paylaşmak isterim.  Dönemin BDP (DEM Parti’nin o dönemki versiyonu olan parti) Eş başkanları Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak, çözüm sürecini yürüten bir hükümet yetkilisi ile görüşme halindedir.  Hükümet yetkilisi, Kürtçe yasaklarının kaldırılması, TRT Şeş’in açılması dahil açılımlarla, ret ve asimilasyon politikalarına son verilmesine dair yapılan işlerin listesini anlatırken, Demirtaş araya girerek sorar:  “Siz bu işleri yaparak bu meselenin çözüleceğini mi sanıyorsunuz?” Hükümet yetkilisi şimdilerde kızgınlıkla andığı Demirtaş’a şu cevabı verir:  “Evet, bu şekilde çözüleceğine inanıyoruz.” Peki, Demirtaş’ın burun kıvırarak, küçümseyerek karşıladığı o demokratik adımların yerine ikame etmek istediği, kendi kafasındaki kurgu neydi?  İlerleyen dönemde şahitlik ettiklerimiz üzerinden gayet net bir şekilde anlıyoruz ki, Suriye’nin Kuzeydoğusundaki fiili PKK/YPG yönetiminin Türkiye’ye uyarlanmasından başka bir şey değildi tabi ki.    MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı konuşmada Kandil’le birlikte, Edirne’nin (Demirtaş’ın Edirne cezaevinde olmasına atıfla)  sürecin dışında tutulması gerektiğine değinen sözlerinin bağlamını, Demirtaş’ın çözümün değil, sorunun bir parçası haline dönüşmüş olan siyasi tutumuyla doğrudan ilişkili görmek gerekir.  2016 Eylül ayından itibaren, Güneydoğu’da HDP tarafından yönetilen belediyelerin hemen hemen tamamına kayyım ataması yapıldı.  Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınarak, yerlerine kayyım atanmasının demokratik değerler açısından hoş bir görüntü olmadığı bir gerçek.  Ama öbür tarafta, “Hangisini seçmek gerekir” şeklinde kaçınılmaz bir başka soru da kendini dayatıyor.  “Kayyım ataması olmasın da terör baskısı olacaksa/devam edecekse yine olsun, onu sineye çekmeye devam edelim” şeklinde bir tercih mi?  Yoksa, “Terör baskısından şehirlerimiz uzaklaşsın/kurtulsun da, kayyım uygulamasını sineye çekelim” şeklinde bir tercih mi?  2016 Eylül ayından itibaren uygulamaya geçen kayyım kararlarının HDP’den devralınan şehirler üzerinde PKK baskısını net bir şekilde ortadan kaldırdığı net bir tecrübe olarak önümüzde duruyor.  Güvenli olmak anlamında Diyarbakır’da, Hakkari’de, Şırnak’ta şehirlerin gündelik hayatı Batı’daki herhangi bir şehrin gündelik hayatından farksız hale gelmişse, terörle anılan dağlar, yaylalar turizm etkinliklerinin yapılabildiği yerler haline gelmişse, bu gelinen nokta, burun kıvırılarak geçiştirilecek bir nokta olarak düşünülemez.  Belediyelerin Kandil’e militan devşirmede ara istasyon olarak kullanıldığı, belediye imkanlarıyla oluşturulan kadın örgütleri, gençlik örgütleri üzerinden dağa yol yapıldığı bir ortamdan, Türkiye sınırları içerisinde kalan PKK’lı sayısının (üst düzey bir güvenlik yetkilisinin verdiği rakamla) 50’ye kadar düştüğü bir ortama gelmemiz nasıl oldu sorusu üzerinde de eş zamanlı olarak kafa yormak gerekir.  Bildiğimiz, gördüğümüz gerçek şu:  PKK, 2015’ten sonra net bir şekilde yenilgiye uğratıldı ve bunun pozitif sonuçlarını 2016’dan itibaren Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes teneffüs etmeye başladı.  Şimdi bu böyle iken, herhalde aynı delikten tekrar ısırılmak için, geçmiştekine benzeyen bir sürecin işletileceği düşünülmüyordur.  MHP Lideri Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı konuşmaya Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 30 Ekim’de coşkulu bir şekilde sahip çıkması ile, Erdoğan’ın 30 Ağustos akşamından itibaren dillendirmeye başladığı ‘iç cephe’ uyarılarının mahiyeti daha iyi anlaşılır hale geldi.  Erdoğan, Meclis grup konuşmasında, “Bahçeli'nin tüm vücudunu taşın altına koymasıyla çok daha büyük bir imkan ele geçirdik” ifadesini kullandı.  Demek ki, Erdoğan’ın sözünü ettiği ‘Daha büyük imkan’ devreye sokulacak diye düşünebiliriz.  Erdoğan aynı konuşmasında “Şu hususun altını özellikle çiziyorum” dedikten sonra, “Bizim, Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki bölücü terör örgütüne, kandan beslenen Kandil’deki terör baronlarına hiçbir çağrımız yoktur, olamaz da” demişti.  Bu sözler, yeni inisiyatifin arka planında “Zafiyet arayan” bir dille yazıldığı belli olan DEM Parti bildirgesine bir cevap niteliği de taşıyor gibiydi.  DEM Parti, 5 gün bekledikten sonra açıkladığı o sonuç bildirgesi metninden de anlaşılacağı gibi, kendi iradesiyle bir Türkiye partisi olamayacağını, kendi başına bir inisiyatif geliştirerek Kandil’e mesafe koyamayacağını bir kere daha göstermiş oldu.  O zaman, Dem Parti’nin bir Türkiye partisi gibi hareket etmesi için kullanılacak olan enstrümanlarda Öcalan mı devreye sokulacak sorusu karşımıza çıkıyor.  DEM Parti bir “Müzakere ve Mütarekeden” bahsediyor ancak, yeni sürecin işaret fişeğini yakan Bahçeli, “Müzakere ve Mütareke” dayatmasına kapalı olduklarını da dile getirmişti.
Ekleme Tarihi: 02 Kasım 2024 - Cumartesi
Mehmet Acet

Yeni süreç nasıl ilerleyecek?

Yazının başında yeni öğrendiğim Çözüm süreci döneminden bir anekdot paylaşmak isterim. 

Dönemin BDP (DEM Parti’nin o dönemki versiyonu olan parti) Eş başkanları Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak, çözüm sürecini yürüten bir hükümet yetkilisi ile görüşme halindedir. 

Hükümet yetkilisi, Kürtçe yasaklarının kaldırılması, TRT Şeş’in açılması dahil açılımlarla, ret ve asimilasyon politikalarına son verilmesine dair yapılan işlerin listesini anlatırken, Demirtaş araya girerek sorar: 

“Siz bu işleri yaparak bu meselenin çözüleceğini mi sanıyorsunuz?”

Hükümet yetkilisi şimdilerde kızgınlıkla andığı Demirtaş’a şu cevabı verir: 

“Evet, bu şekilde çözüleceğine inanıyoruz.”

Peki, Demirtaş’ın burun kıvırarak, küçümseyerek karşıladığı o demokratik adımların yerine ikame etmek istediği, kendi kafasındaki kurgu neydi? 

İlerleyen dönemde şahitlik ettiklerimiz üzerinden gayet net bir şekilde anlıyoruz ki, Suriye’nin Kuzeydoğusundaki fiili PKK/YPG yönetiminin Türkiye’ye uyarlanmasından başka bir şey değildi tabi ki. 
 
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı konuşmada Kandil’le birlikte, Edirne’nin (Demirtaş’ın Edirne cezaevinde olmasına atıfla)  sürecin dışında tutulması gerektiğine değinen sözlerinin bağlamını, Demirtaş’ın çözümün değil, sorunun bir parçası haline dönüşmüş olan siyasi tutumuyla doğrudan ilişkili görmek gerekir. 

2016 Eylül ayından itibaren, Güneydoğu’da HDP tarafından yönetilen belediyelerin hemen hemen tamamına kayyım ataması yapıldı. 

Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınarak, yerlerine kayyım atanmasının demokratik değerler açısından hoş bir görüntü olmadığı bir gerçek. 

Ama öbür tarafta, “Hangisini seçmek gerekir” şeklinde kaçınılmaz bir başka soru da kendini dayatıyor. 

“Kayyım ataması olmasın da terör baskısı olacaksa/devam edecekse yine olsun, onu sineye çekmeye devam edelim” şeklinde bir tercih mi? 

Yoksa, “Terör baskısından şehirlerimiz uzaklaşsın/kurtulsun da, kayyım uygulamasını sineye çekelim” şeklinde bir tercih mi? 

2016 Eylül ayından itibaren uygulamaya geçen kayyım kararlarının HDP’den devralınan şehirler üzerinde PKK baskısını net bir şekilde ortadan kaldırdığı net bir tecrübe olarak önümüzde duruyor. 

Güvenli olmak anlamında Diyarbakır’da, Hakkari’de, Şırnak’ta şehirlerin gündelik hayatı Batı’daki herhangi bir şehrin gündelik hayatından farksız hale gelmişse, terörle anılan dağlar, yaylalar turizm etkinliklerinin yapılabildiği yerler haline gelmişse, bu gelinen nokta, burun kıvırılarak geçiştirilecek bir nokta olarak düşünülemez. 

Belediyelerin Kandil’e militan devşirmede ara istasyon olarak kullanıldığı, belediye imkanlarıyla oluşturulan kadın örgütleri, gençlik örgütleri üzerinden dağa yol yapıldığı bir ortamdan, Türkiye sınırları içerisinde kalan PKK’lı sayısının (üst düzey bir güvenlik yetkilisinin verdiği rakamla) 50’ye kadar düştüğü bir ortama gelmemiz nasıl oldu sorusu üzerinde de eş zamanlı olarak kafa yormak gerekir. 

Bildiğimiz, gördüğümüz gerçek şu: 

PKK, 2015’ten sonra net bir şekilde yenilgiye uğratıldı ve bunun pozitif sonuçlarını 2016’dan itibaren Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes teneffüs etmeye başladı. 

Şimdi bu böyle iken, herhalde aynı delikten tekrar ısırılmak için, geçmiştekine benzeyen bir sürecin işletileceği düşünülmüyordur. 

MHP Lideri Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı konuşmaya Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 30 Ekim’de coşkulu bir şekilde sahip çıkması ile, Erdoğan’ın 30 Ağustos akşamından itibaren dillendirmeye başladığı ‘iç cephe’ uyarılarının mahiyeti daha iyi anlaşılır hale geldi. 

Erdoğan, Meclis grup konuşmasında, “Bahçeli'nin tüm vücudunu taşın altına koymasıyla çok daha büyük bir imkan ele geçirdik” ifadesini kullandı. 

Demek ki, Erdoğan’ın sözünü ettiği ‘Daha büyük imkan’ devreye sokulacak diye düşünebiliriz. 

Erdoğan aynı konuşmasında “Şu hususun altını özellikle çiziyorum” dedikten sonra, “Bizim, Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki bölücü terör örgütüne, kandan beslenen Kandil’deki terör baronlarına hiçbir çağrımız yoktur, olamaz da” demişti. 

Bu sözler, yeni inisiyatifin arka planında “Zafiyet arayan” bir dille yazıldığı belli olan DEM Parti bildirgesine bir cevap niteliği de taşıyor gibiydi. 

DEM Parti, 5 gün bekledikten sonra açıkladığı o sonuç bildirgesi metninden de anlaşılacağı gibi, kendi iradesiyle bir Türkiye partisi olamayacağını, kendi başına bir inisiyatif geliştirerek Kandil’e mesafe koyamayacağını bir kere daha göstermiş oldu. 

O zaman, Dem Parti’nin bir Türkiye partisi gibi hareket etmesi için kullanılacak olan enstrümanlarda Öcalan mı devreye sokulacak sorusu karşımıza çıkıyor. 
DEM Parti bir “Müzakere ve Mütarekeden” bahsediyor ancak, yeni sürecin işaret fişeğini yakan Bahçeli, “Müzakere ve Mütareke” dayatmasına kapalı olduklarını da dile getirmişti.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yenidevirhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.