Ferman Karaçam
Köşe Yazarı
Ferman Karaçam
 

Türkiye önemli değerlerini bir bir kaybediyor

Önümüzdeki Pazartesi Haluk Dursun Hocanın vefatının beşinci yılı da doluyor. Hiç şüphesiz Hocayı yakından tanıyanlar onun değerini çok daha iyi biliyorlardır. Ne var ki, ülkemizin bir çok genci Haluk Dursun Hocayı ve benzeri değerlerimizi tanımıyorlar. Bir de şu var ki; tanımanın, eserlerine vakıf olmanın ötesinde onun unutulması, genç kuşaklarımız tarafından örnek alınmaması da ülkemin geleceği bakımından beni kaygılandırır. Bundan beş yıl kadar önce, yani 2019 yılının 19 Ağustos’unda Türkiye; Cumhuriyet tarihinde yetiştirdiği en değerli ilim, edep, sanat ve kültür insanlarından birini kaybetmişti. O sırada Kültür Bakan Yardımcısı olan Profesör Dr. Haluk Dursun Hoca Malazgirt Zaferi'nin 948. yıl dönümü dolayısıyla Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Muş'un Malazgirt ilçesinde düzenlenen "4. Tarihi Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni" programının ardından Ahlat'a geçiyor, buradaki incelemelerini bitirip, kara yoluyla Van'a hareket ediyor. Erciş ilçesine bağlı Bayramlı Mahallesi yakınlarında araç devriliyor ve araçtaki üç kişi yaralanıyor, Hoca da tüm müdahalelere rağmen bu elim kazada hayatını kaybediyor. Ahmet Haluk Dursun Hoca’nın ölüm haberi içimi çok acıtmıştı ve o acı hala dinmedi. Yunusça söylersek, gök ekini biçer gibi derinlerimdeki kapanmayan yaraların üzerinden kıymıklar, cam parçaları geçti adeta yeniden. Haluk Hoca’nın ölümü benim; Türkiye’ye özgü, kabuk tutmayan ve kıyamete kadar hep kanayacak olan içimdeki “dil yarası”nın üzerinden bir kez daha geçti. O dil yarası ki, merhum Mustafa Çalık şöyle demişti: “...Keşke Türkiye’deki bütün Camileri, bütün medreseleri yakıp, yıksaydılar da Dil’e dokunmasaydılar, dil inkılâbı yapmasaydılar. Fransız devrimi her şeye dokundu, her şeyi yerle bir etti, fakat Academie Française’e dokunmadı. Camileri, medreseleri yeniden yapardık ama, dil inkılâbının açtığı büyük yarayı kapatma imkânımız yok...” Yok, evet yok. Bugün okumayı sevmiyorsak, gençlerimize dilin tadını, dilin, yazının damaklara bıraktığı lezzeti veremiyorsak, okumayı sevemiyorsak bunun sebeplerinden biri de dil devrimidir. Cemil Meriç diyor ki:” Dünyada iki büyük devrim yapıldı, biri 1789 Fransız Devrimi, diğeri 1917 Rus Devrimi. İkisi de bütün kurumları yerle bir etti, adeta taş üstünde taş bırakmadılar ama, dile dokunmadılar, bizde evvelâ dili, yani hafızayı yıktılar, nesiller arasındaki irtibatı kopardılar, bundan daha büyük bir felaket olur mu...?” Bence de bu medeniyetin en büyük felaketi, Türkiye’deki dil devrimi olmuştur. Şeyh Galip’in mısralarındaki lezzeti tanımıyoruz ki, okumaya istek duyalım...! Fuzuli’nin şiirinin damaklara bıraktığı tadın nasıl bir şey olduğundan haberimiz yok ki, okumayı sevelim...! Fatih Sultan Mehmed’in (Âvni’nin) yazdıklarından bîhaberiz, nereden bileceğiz daha yirmili yaşlarda Hak aşkının ve İstanbul aşkının ne olduğunu ve İstanbul’un nasıl fethedildiğini...! Ahmed-i Hanî’nin ne yazdığını bilmiyoruz, Melayê Cizîrî’nin divanı ile, mısraları ile bağımız kopuk. Yunus’u, Mevlana’yı dahi anlayamıyoruz. Kim, nasıl anlatacak bize ırkçılığın lanet bir şey olduğunu ve kardeşliğin dünya saltanatını tatmak olduğunu...! Kudüs aşkının uykudan, yemeden, içmeden, dünya nimetlerinden el-ayak çekmek olduğunu öğrenmek için Selahaddin Eyyubi’yi tanımak, Kudüs’ün bir Müslüman için ne demek olduğunu anlamak için bir parça Hz. Ömer’i, Kılıç Arslan’ı tanımak, bilmek gerekmez mi ...! Mısır Fatih’i olan Yavuz Sultan Selim’in (Selimi’nin) aynı zamanda dünya edebiyat tarihinde bir benzerinin daha yazılamadığı: “Sanma Şahım / herkesi sen / sadıkane / yâr olur. Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyâr olur. Sâdıkâne / belki ol / bu alemde / dildar olur. Yâr olur / ağyâr olur / dildâr olur / serdâr olur.”  mısralarını asılları ile, yani orijinal harfleri ile okumak kim bilir bize neler katacaktı...! Ama biz, bırakın bütün bunları, ibadet ederken bile ne dediğimizi bilmiyoruz... Nereden başladık, nerelere gittik. Suç benim değil; Haluk Hoca’nın sağlığı değil, ölümü bile insanı işte böyle savuruyor. Madem savrulduk, iyice dağılalım: Yıllar önce ÖNDER, bu fakiri de Avusturya’ya davet etmişti, Türkiye’de İmam Hatip okuyamayan, gurbet ellerde okuyan gençlerle sohbet etmek için çağrılıydık. Bir akşam kız öğrenciler Viyana’da bir pastaneyi tamamen, onlarla sohbet etmemiz için kiralamıştı. Uzunca hasbihal ettik. Gecenin sonunda tek tek sordum: “Şimdiye kadar Türkiye’den kimler geldi ve en çok kimlerin konuşmalarından etkilendiniz?” Aynı soruyu bir başka akşam Tuna nehrinin kıyısında erkek öğrencilerle yaşadığımız, o unutamadığım sohbet gecesinin sonunda da sordum. İstisnasız bütün gençler birinci sıraya Haluk Dursun Hoca’nın adını yazdılar. Kupkuru satırlara yükledikleri devasa bilgileri genç beyinlere algılatıp, benimsetemedikleri için şikâyetçi olan Hocalarımız alınmasın ama Haluk Dursun Hoca; tarih ilmine kattığı mekân, akarsu, nehir, tabiat gibi unsurları bir şiir zevkine dönüştürerek sunuyordu okuyucusuna. Haluk Hoca, ilme şevk ve yüksek irfan; dine sevgi ve neşve; bilgiye erdem ve ahlâk katan ve hepsini birlikte ilahi aşkın coşkusu ile yoğuran ve sunan bir adamdı. Onu okurken ve dinlerken, “İşte bizim uygarlığımızı omuzlayacak ilim insanı budur” diyorsunuz. İnternette, kumrular, odasındaki avizenin üzerinde yuva yaptığı için makam odasını terk eden hikâyesi dolaşmıştı ölümünün ardından. Sinan’dan, Hâkâni’den, Gazzali’den, Attar’dan, hatta Zarifoğlu’ndan Mantıku’t-Tayr okumuş, o mısralarda Hüthüt’ün kuşlarla sohbetine şahit olmuş bir adam başka ne yapabilirdi ki? Hoca, Feridüddin Attar’ın dediği gibi, kibirden başı havada olan kimselerden değildi, öfkesini yenemeyenlerden değildi. Tevazu sahibi, ilim ehli ve medeniyetinin ahlakını kuşanmış, estetik sahibi bir değerimizdi. Hoca, Tuna’yı ve Balkan coğrafyasını çok sevmiş ve sevdirmişti, son zamanlarda Fırat’ın ve Dicle’nin canına can katmak üzere yollara düşmüştü. Canını bu uğurda, bu yolda verdi. Profesör Ahmet Haluk Dursun Hoca HAKK’a yürüdü. O bir Nil, Tuna ve tarih kahramanıydı. Kurumuş akademik hayatımızın kılcal damarlarına etki edecek kadar taze kan ve yepyeni bir sevgi iklimi sunmuştu bize. Sevgi, Aşk, Ahlâk ve Erdem medeniyetinin yüzü ak temsilcilerindendi. Seni unutmadık Hocam. Fakat “Vakti Şerif” gelmiş, kul n’eylesin? Mekânın cennet, makamın âli olsun.  
Ekleme Tarihi: 19 Ağustos 2024 - Pazartesi
Ferman Karaçam

Türkiye önemli değerlerini bir bir kaybediyor

Önümüzdeki Pazartesi Haluk Dursun Hocanın vefatının beşinci yılı da doluyor. Hiç şüphesiz Hocayı yakından tanıyanlar onun değerini çok daha iyi biliyorlardır. Ne var ki, ülkemizin bir çok genci Haluk Dursun Hocayı ve benzeri değerlerimizi tanımıyorlar. Bir de şu var ki; tanımanın, eserlerine vakıf olmanın ötesinde onun unutulması, genç kuşaklarımız tarafından örnek alınmaması da ülkemin geleceği bakımından beni kaygılandırır.

Bundan beş yıl kadar önce, yani 2019 yılının 19 Ağustos’unda Türkiye; Cumhuriyet tarihinde yetiştirdiği en değerli ilim, edep, sanat ve kültür insanlarından birini kaybetmişti.
O sırada Kültür Bakan Yardımcısı olan Profesör Dr. Haluk Dursun Hoca Malazgirt Zaferi'nin 948. yıl dönümü dolayısıyla Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Muş'un Malazgirt ilçesinde düzenlenen "4. Tarihi Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni" programının ardından Ahlat'a geçiyor, buradaki incelemelerini bitirip, kara yoluyla Van'a hareket ediyor.

Erciş ilçesine bağlı Bayramlı Mahallesi yakınlarında araç devriliyor ve araçtaki üç kişi yaralanıyor, Hoca da tüm müdahalelere rağmen bu elim kazada hayatını kaybediyor.
Ahmet Haluk Dursun Hoca’nın ölüm haberi içimi çok acıtmıştı ve o acı hala dinmedi.
Yunusça söylersek, gök ekini biçer gibi derinlerimdeki kapanmayan yaraların üzerinden kıymıklar, cam parçaları geçti adeta yeniden.

Haluk Hoca’nın ölümü benim; Türkiye’ye özgü, kabuk tutmayan ve kıyamete kadar hep kanayacak olan içimdeki “dil yarası”nın üzerinden bir kez daha geçti.

O dil yarası ki, merhum Mustafa Çalık şöyle demişti: “...Keşke Türkiye’deki bütün Camileri, bütün medreseleri yakıp, yıksaydılar da Dil’e dokunmasaydılar, dil inkılâbı yapmasaydılar. Fransız devrimi her şeye dokundu, her şeyi yerle bir etti, fakat Academie Française’e dokunmadı. Camileri, medreseleri yeniden yapardık ama, dil inkılâbının açtığı büyük yarayı kapatma imkânımız yok...” Yok, evet yok.

Bugün okumayı sevmiyorsak, gençlerimize dilin tadını, dilin, yazının damaklara bıraktığı lezzeti veremiyorsak, okumayı sevemiyorsak bunun sebeplerinden biri de dil devrimidir.
Cemil Meriç diyor ki:” Dünyada iki büyük devrim yapıldı, biri 1789 Fransız Devrimi, diğeri 1917 Rus Devrimi.

İkisi de bütün kurumları yerle bir etti, adeta taş üstünde taş bırakmadılar ama, dile dokunmadılar, bizde evvelâ dili, yani hafızayı yıktılar, nesiller arasındaki irtibatı kopardılar, bundan daha büyük bir felaket olur mu...?” Bence de bu medeniyetin en büyük felaketi, Türkiye’deki dil devrimi olmuştur. Şeyh Galip’in mısralarındaki lezzeti tanımıyoruz ki, okumaya istek duyalım...! Fuzuli’nin şiirinin damaklara bıraktığı tadın nasıl bir şey olduğundan haberimiz yok ki, okumayı sevelim...!

Fatih Sultan Mehmed’in (Âvni’nin) yazdıklarından bîhaberiz, nereden bileceğiz daha yirmili yaşlarda Hak aşkının ve İstanbul aşkının ne olduğunu ve İstanbul’un nasıl fethedildiğini...!

Ahmed-i Hanî’nin ne yazdığını bilmiyoruz, Melayê Cizîrî’nin divanı ile, mısraları ile bağımız kopuk. Yunus’u, Mevlana’yı dahi anlayamıyoruz. Kim, nasıl anlatacak bize ırkçılığın lanet bir şey olduğunu ve kardeşliğin dünya saltanatını tatmak olduğunu...! Kudüs aşkının uykudan, yemeden, içmeden, dünya nimetlerinden el-ayak çekmek olduğunu öğrenmek için Selahaddin Eyyubi’yi tanımak, Kudüs’ün bir Müslüman için ne demek olduğunu anlamak için bir parça Hz. Ömer’i, Kılıç Arslan’ı tanımak, bilmek gerekmez mi ...!

Mısır Fatih’i olan Yavuz Sultan Selim’in (Selimi’nin) aynı zamanda dünya edebiyat tarihinde bir benzerinin daha yazılamadığı: “Sanma Şahım / herkesi sen / sadıkane / yâr olur. Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyâr olur. Sâdıkâne / belki ol / bu alemde / dildar olur. Yâr olur / ağyâr olur / dildâr olur / serdâr olur.”  mısralarını asılları ile, yani orijinal harfleri ile okumak kim bilir bize neler katacaktı...! Ama biz, bırakın bütün bunları, ibadet ederken bile ne dediğimizi bilmiyoruz... Nereden başladık, nerelere gittik.
Suç benim değil; Haluk Hoca’nın sağlığı değil, ölümü bile insanı işte böyle savuruyor. Madem savrulduk, iyice dağılalım: Yıllar önce ÖNDER, bu fakiri de Avusturya’ya davet etmişti, Türkiye’de İmam Hatip okuyamayan, gurbet ellerde okuyan gençlerle sohbet etmek için çağrılıydık.

Bir akşam kız öğrenciler Viyana’da bir pastaneyi tamamen, onlarla sohbet etmemiz için kiralamıştı.

Uzunca hasbihal ettik.

Gecenin sonunda tek tek sordum: “Şimdiye kadar Türkiye’den kimler geldi ve en çok kimlerin konuşmalarından etkilendiniz?” Aynı soruyu bir başka akşam Tuna nehrinin kıyısında erkek öğrencilerle yaşadığımız, o unutamadığım sohbet gecesinin sonunda da sordum. İstisnasız bütün gençler birinci sıraya Haluk Dursun Hoca’nın adını yazdılar. Kupkuru satırlara yükledikleri devasa bilgileri genç beyinlere algılatıp, benimsetemedikleri için şikâyetçi olan Hocalarımız alınmasın ama Haluk Dursun Hoca; tarih ilmine kattığı mekân, akarsu, nehir, tabiat gibi unsurları bir şiir zevkine dönüştürerek sunuyordu okuyucusuna.

Haluk Hoca, ilme şevk ve yüksek irfan; dine sevgi ve neşve; bilgiye erdem ve ahlâk katan ve hepsini birlikte ilahi aşkın coşkusu ile yoğuran ve sunan bir adamdı. Onu okurken ve dinlerken, “İşte bizim uygarlığımızı omuzlayacak ilim insanı budur” diyorsunuz.

İnternette, kumrular, odasındaki avizenin üzerinde yuva yaptığı için makam odasını terk eden hikâyesi dolaşmıştı ölümünün ardından.

Sinan’dan, Hâkâni’den, Gazzali’den, Attar’dan, hatta Zarifoğlu’ndan Mantıku’t-Tayr okumuş, o mısralarda Hüthüt’ün kuşlarla sohbetine şahit olmuş bir adam başka ne yapabilirdi ki? Hoca, Feridüddin Attar’ın dediği gibi, kibirden başı havada olan kimselerden değildi, öfkesini yenemeyenlerden değildi.

Tevazu sahibi, ilim ehli ve medeniyetinin ahlakını kuşanmış, estetik sahibi bir değerimizdi. Hoca, Tuna’yı ve Balkan coğrafyasını çok sevmiş ve sevdirmişti, son zamanlarda Fırat’ın ve Dicle’nin canına can katmak üzere yollara düşmüştü.
Canını bu uğurda, bu yolda verdi. Profesör Ahmet Haluk Dursun Hoca HAKK’a yürüdü. O bir Nil, Tuna ve tarih kahramanıydı.

Kurumuş akademik hayatımızın kılcal damarlarına etki edecek kadar taze kan ve yepyeni bir sevgi iklimi sunmuştu bize. Sevgi, Aşk, Ahlâk ve Erdem medeniyetinin yüzü ak temsilcilerindendi.

Seni unutmadık Hocam.

Fakat “Vakti Şerif” gelmiş, kul n’eylesin?

Mekânın cennet, makamın âli olsun.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yenidevirhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.