Gönülden Kalplere Bir manevi ışık: M.Zahit Kotku

Dünya 14.11.2024 - 00:10, Güncelleme: 14.11.2024 - 00:20
 

Gönülden Kalplere Bir manevi ışık: M.Zahit Kotku

Ülkemizin ve İslam Dünyasının en değerli simalarından birini kırk dört yıl önce bugün Hakkın rahmetine ve Peygamber Efendimizin komşuluğuna uğurlamışız.
Ülkemizin ve İslam Dünyasının en değerli simalarından birini kırk dört yıl önce bugün Hakkın rahmetine ve Peygamber Efendimizin komşuluğuna uğurlamışız. Hakkında onlarca makale, biyografi ve kitap okumuş, hatıra dinlemiş, belgesel izlemişim. Hepsi de son derece kıymetli. Fakat bir şey fark ettim: Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi ve onun eserleri; insanlar, kurumlar, kuruluşlar, vakıflar, gazeteler, radyolar, televizyonlar, dergiler, dernekler... Birbirinin içinden yeni yeni eser ve hizmetler doğururken bunların detaylarına pek inememişiz.   Oysa, benim de bizzat yaşayarak tanık olduğum ve hatta bir kısmına da dokunduğum bu hizmet ve eserler hep onun bir işareti, teşviki ve en önemlisi de emeği ile ortaya çıkmıştı. Çünkü Hocaefendi, sadece Mehmet Zahit Kotku’dan ibaret değildi. O, esas itibarı ile Allah’ın emir ve yasaklarına, Peygamber Efendimizin yapıp ettiklerine harfiyen uyarak ve insanları da bunlara uymaya çağırarak 83 yıl boyunca, Üstad Sezai Karakoç’un tarif ettiği gibi bir mü’min olarak iki dünyayı bir arada yaşadı. Böyle olan, böyle yaşayan insanların ölüm sonrası, ömürlerinden daha bereketli oluyor, vefatlarından sonra da hizmetleri devam ediyor. Ben, dünya gözü ile ona bakamadım, ona dokunamadım, onunla konuşamadım, nasiplenemedim ne yazık ki...! 1980 Kenan Evren darbesinde Erzurum’da öğrenciydim ve birkaç yıldan beri Vahdet adında bir dergi çıkarıyorduk.   Darbe olunca dergimiz kapatıldı, yazı işleri müdürümüz rahmetli Ahmet Kara hapse atıldı, dergi sahibi Fuat Sağıroğlu çok sıkıntılar yaşadı, yayın müdürü olan ben ve diğer arkadaşlarımız rahmetli Kınyas Tanı, Cevdet Bulut... Hepimiz takibata uğrayıp kaçak olduk. Aradan tam bir ay geçti, yavaş yavaş başımızı bulunduğumuz deliklerden çıkarmaya çalışıyorduk ki, İstanbul’da 14 Kasım 1980’de cemaatinin çokluğu ile Türkiye’yi sallayan büyük bir zatın cenazesi oldu. Adını hayal meyal duymuş gibiydim. Gazetelerden fotoğrafına baktım: Evet o; Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi. Okuldan mezun oldum, askerliğimi yaptım ve 1985 yılının Mayıs ayında İstanbul Fatih’te Vefa yayıncılıkta işe başladım; İlim ve Sanat Dergisi... Önce muhabir, sonra yayın müdürü; ardından Gül Çocuk Dergisi kurucu yayın yönetmeni ve sonrasında İslam Dergisi, İlim Sanat Dergisi, Kadın Aile Dergisi ve Gül Çocuk dergilerinin yayınlarından sorumlu oldum. Dergilerin başyazılarını o zamanlar Ankara İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan ve sonraları Hocaefendi’nin hizmetlerini Türkiye sınırları dışına taşıyan, merhum Şehit Mahmut Esad Coşan Hoca yazıyor, merhum Raşit Küçük Hoca da yazıları gözden geçiriyordu. O sıralar vefatının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen hem dergilerde, hem Hakyol Vakfı'nda, hem Seha Kitabevi'nde ve hem de çalıştığımız bütün ortamlarda Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi’nin adı, hizmetleri, eserleri, iyilikleri, merhameti ve mütevaziliği konuşuluyordu. İslam Dergisi başta olmak üzere diğer dergiler de Hocaefendi’nin işareti ile kurulmuştu. Başta Yıldız Teknik Üniversitesi olmak üzere İstanbul Teknik'ten ve diğer üniversitelerden mezun olup yetişenler birer birer çeşitli kurum ve kuruluşlarda harıl harıl hizmet veriyorlardı. Bunlardan Necmettin Erbakan Almanya’daki bilimsel çalışmaları ile, TOBB’deki bilimsel ve teknik çalışmaları ile, sanayideki çalışmaları ve Türkiye’de ilk olan 'Gümüş Motor' hizmeti ile siyasette başbakanlığa kadar yükselerek medeniyetimizin son temsilcisi Osmanlı'dan sonra adeta yok edilen, tüm müslümanların birlik ve kardeşliği olan “Ümmet” anlayışını Türkiye ve dünya müslümanlarına güçlü bir şekilde algılatan öncülüğü ile ve yetiştirdiği öğrencisi Recep Tayyip Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarında devrim niteliğinde onlarca hizmeti ile Kotku Hocaefendi yaşamaya devam ediyordu. Ayrıca devlet adamı olarak, iktidarları döneminde kendi deyimi ile Türkiye’ye 150 yıl çağ atlatan, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Turgut Özal; vaaz ve irşatları ile büyük hizmetlere imza atmış olan ve şu anda Türkiye’nin savunma sanayiindeki yükünün büyük bir kısmını taşıyan önemli bir bilim insanına baba olan Cevat Akşit; eğitimci, devlet adamı, akademisyen, hizmet adamı Raşit Küçük; din, bilim ve devlet adamları Lütfi Doğan, Fehim Adak, Mazhar Özman, Nihat Ongun, Cafer Tatlıal, Yaşar Karayel, Ali Oğuz; Devlet Planlama Teşkilatı'nda (DPT) onlarca hizmete imza atan devlet adamı, teknokrat, siyasetçi Recai Kutan; Muammer Dolmacı, Halit İlhan, Cevat Ayhan, Kemal Unakıtan ve yıllardan beridir Konya’nın eğitim ve yardımlaşma hizmetlerini omuzlayan Mehmet İncili. Merhum şair Sedat Yenigün; eğitimci, ilim ve iş insanları Mustafa Köseoğlu, Mehmet Bilge, Mehmet Akkuş, A.Turan Aslan, Aliriza Temel, Bekir Sobacı, Rifat Tandoğan, Kazım Bilge... Dergilerde hasbelkader içinde bulunarak yakından tanıdığım ve 28 Şubat zorbalığının ve baskılarının hemen hemen tek başına ödünsüz direnişini sergileyen Kanal 7 Medya grubunun yönetiminde bulunan iş insanı, iletişimci, yönetici Zekeriya Karaman; yönetici, şair, Mustafa Çelik; iletişimci, bürokrat, 2005-2009 yıllarında RTÜK başkanlığı yapmış olan Zahit Akman; iş insanı, iletişimci İsmail Karahan grubun diğer mecraları olan Ülke TV, Radyo 7, Haber 7. com, İzle 7. com ve Kanal 7 Avrupa gibi büyük bir medya grubunu yönetmektedirler. Yine dergilerin, yayınevinin ve vakfın yayın, yönetim ve teknik kadrolarından tanıdığım Abdullah Eren, İrfan Gündüz, Ersin Nazif Gürdoğan, Yusuf Yazar, Osman Sarı, Mehmet Emre, Mustafa Karataş, Hasan Aycın, Tahir Yaren, İsmail Kıllıoğlu, A. Emre Bilgili, Kemal Kahraman, Özkul Eren, Yılmaz Bayat, Hasan Hüseyin Ceylan, M. Hilmi Güler, H. Ahmet Özdemir, Hüseyin Karakaya, Fahrettin Koca, Mahmut Akbal, Osman Acun, Engin Yılmaz, M. Bahadır Güven, Celil Güngör, Veli Kara, Tahsin Kahraman, Akif Emre, İbrahim Altan, M. Ahmet Varol, Mehmet Sarı, Mevlut Koca, Necati Sungur, Zülfikar Güngör, Yusuf Atalay, Kemal Kaptaner, H. Volkan Cengiz, Coşkun Yılmaz, Hasan Durmuş, M. Ali Cantürk, Mustafa Sancar, Recep Koçak, Serdar Yakar, Sebahattin Kara, Salih Koca, Ramazan Erkut…. Başbağlar katliamında şehit düşen merhum Ali Taşdelen ve daha isimlerini yazamadığım, işlerinde başarılı insan ya direkt olarak Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiş veya onun riyasetiyle hayat bulmuş kurum ve kuruluşlarda önemli hizmetler yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlar. Hocaefendi’nin en çok değer verdiği eseri insandır. Bundan dolayı dini ilimlerden ekonomiye, iletişimden eğitim ve öğretime, iş hayatından sanat ve edebiyata, yardım kuruluşundan siyasete, vakıf ve derneklerden bilim ve kültüre kadar her alanda çok değerli insanlar yetiştirmiştir. Bu sebeple Nazif Gürdoğan ağabey, çok haklı olarak onun için “Görünmeyen Üniversite” demiş ve bu isim ile bir de kitap yazmıştır.   Kafkas kökenli İbrahim Efendi'nin 1897 yılında Bursa’da dünyaya gelen oğlu Mehmet Zahit Efendi, annesi Sabire Hanım'ı daha üç yaşında iken kaybetmiş. Henüz 17 yaşında genç bir öğrenci olduğu sırada da Bursa Sanat Mektebi'ni yarıda bırakarak Suriye Cephesi'nde savaşa katılmış. Altı yıl süren askerliği sonucunda Osmanlı Suriye’den çekilince büyük meşakkatlerle İstanbul’a gelir, burada askerliğinin geriye kalan kısmını yazıcı olarak tamamladıktan sonra İstanbul Cağaloğlu’nda bulunan Gümüşhânevi Tekkesi’nde Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eder. Bir gün hocasının kendisini “Hafız Mehmet” diye çağırmasından hareketle, “Hocam benim hafız olmamı ister” diye düşünüp bir yandan da hafızlığa başlar. Hocasının vefatı üzerine Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında eğitimini ve yürütmekte olduğu hafızlığını tamamlar. Hocası Feyzi Efendi’nin isteği üzerine bazı köy ve kasabalarda, ayrıca Fatih, Ayasofya, Beyazıt Camii ve medreselerinde hizmetlerde bulunur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine Bursa’ya döner, burada ve sonrasında İstanbul’un çeşitli camii ve mescitlerinde görev yapar, 1958 yılında tayin edildiği İstanbul Fatih'teki İskender Paşa Camii'nde görev yaparken 83 yaşında vefat eder. Hocaefendi’nin hayatını kısanın kısası olarak yazmaya çalıştım, zira onun hayatı ciltlerce sürecek bir çile, hizmet ve alın teri doludur. Hocaefendinin yaşadığı dönemde bizzat şahit olduğu gibi Türkiye, rayından çıkarılmış bir tren gibi uçuruma doğru sürükleniyordu. Ömrünü bu hatayı düzeltecek insanları yetiştirmeye ve önemli gördüğü kurumları oluşturmaya adadı.   Türkiye’de ilk kez bir motor üretilmesine ve yukarıda söylediklerimden başka MİLSAN gibi, VEFA yayıncılık, ASFA, AKRA gibi birçok kurumun kurulmasını işaret etti. Hizmetleri ve hizmetlileri Türkiye’yi kuzeyden güneye, doğudan batıya kuşattığı gibi yetiştirdiği bilim, eğitim ve ilim insanları tıp ve yardım kuruluşları vasıtasıyla Afrika’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan Avustralya’ya, Avrupa’dan Balkanlar’a kadar dünyanın birçok yerine ulaştı ve devam ediyor. Bizâtihi kendisinin dünya ve dünya nimetleri ile olan irtibatı ise bir serçe parmağı ucunun irtibatı kadardı. Bunun bir örneğini Raşit Küçük Hoca ile yaptığım bir konuşmada ondan dinlemiştim. Merhum Raşit Hocamız şöyle anlatmıştı: “Hocaefendi’nin imamlık yaptığı İskenderpaşa’da onun hizmetlerine bakıyor, onunla ilgileniyordum. Bir gün Hocaefendi’yi birisi ziyarete geldi. Kendisinin iş adamı olduğunu söyledi, bir müddet oturup, el öpüp işlerinden bahsettikten sonra çantasından, içinde epeyce bir miktar para olduğu belli olan kabarık bir zarf çıkardı ve bunun ihtiyaç sahiplerine verilmesini rica etti. Hocaefendi zarfı eline almadı, oturduğu kilimin ucunu işaret etti, ‘Şu kilimi kaldır, onun altına koy evladım’ dedi ve adam zarfı oraya koyup, vedalaşıp gitti. Ben bu olup biteni görüyordum, sesimi çıkarmadan gelip-giden misafirlere ve Hocaefendi’ye hizmetlerimi sürdürüyordum. Aradan birkaç saat geçmişti, her hallerinden çok üzgün ve bitkin oldukları anlaşılan iki kişi geldi, yanlış hatırlamıyorsam Tokat’tan geldiklerini söylediler. Kendilerini tanıttıktan sonra biri dedi ki, ‘Efendim ben bu şahsın komşusuyum, bir süre önce komşumun evi, içindeki eşyaları ile birlikte tamamen yandı, ev halkı canlarını zor kurtardı. Şimdi bu evi yeniden yapmak istiyoruz, yardımınıza ihtiyacımız var.’ Hocaefendi, evi yanan şahsı da dinleyip tasdik ettirdikten sonra sessizce başını önüne eğdi ve on, on beş saniye öylece durdu, ardından önünde bağdaş oturan kişilerden evi yanana kilimin altındaki zarfı işaret ederek, ‘Şunun altında bir zarf olacak, onu alın ve ihtiyacınızı görün evladım’, dedi. Orada kaç para vardı? Ne baktı, ne saydı, ne de dokundu. O zarf birilerinden geldi, başka birilerine gitti.” Şeklinde anlatmıştı. Kotku Hocaefendi’nin dünya ile bağı sadece uzaktan bir işaretlemeden ibaretti, bu sebeple de insanı ve ülkesinin tarihini yoğururken zühd ve takva ehli kâmil bir mü’min olarak bu gayretlerinde başarılı oldu. Hayatı boyunca bıkmadan, yorulmadan öğrendiği Kur’an ilmini ve Peygamber Efendimizin hayatını insanlara sevgiyle, muhabbetle, nazik bir üslupla, incitmeden, hikmetle ve aşkla anlattı. Öğrenmek ve öğretmek aşkı onun için bir yaşama biçimi, hayat tarzı oldu. Bu düsturla ülkemizin kalkınmasında, yükselmesinde emeği geçen ve hala geçmekte olan on binlerce insan yetiştirdi. Bu emek ve gayretlerini sadece kendi bulunduğu camia ile sınırlamadı, ulaşabildiği bütün kesimlerin ihtiyaç sahiplerine yardımcı oldu, yardımcı olunmasını istedi. Hakkı ve hakikati söyledi ve bu emekleri de her alanda sonuca ulaştı. Bulunduğu her ortamı sevgi ve aşk medeniyetimizin boyasına boyamayı şiar edinerek yaşadı. Bu sebepledir ki, her kesimden insanın saygınlığını kazanmıştı. Bunun bir örneğine de bizzat ben şahit olmuştum. 1980’lerde Güneş Gazetesi çıkıyordu. Gazetenin yayın yönetmeni İsmail Cem İpekçi idi. Kendisiyle İlim ve Sanat Dergisi'nde çalıştığım sırada tanışmıştım. İsmail Bey, Güneş Gazetesi'nin Laleli’de bulunan bürosunda otururdu, zaman zaman yolumu o tarafa düşürür, kendisine uğrar, selam verir, çayını içerdim. Bir zaman sonra dikkat ettim ki, her seferinde İsmail Bey beni dış kapıya kadar uğurluyor. Bunu fark edince çok utandım. Zira Cem İpekçi benden yaşça epeyce büyüktü ve "Ağabey" dedim, "Siz eğer her geldiğimde böyle zahmet edip kapıya kadar geçirecekseniz, ben artık gelmeyeyim." Elini omzuma attı, gülümsedi ve şöyle dedi: “Bak genç adam, bu saygım senin için değil. Bir gün havaalanında VIP’de senin rahmetli Hocan Mehmet Zahit Hoca ile karşılaştık ve sohbet ettik. Hocanın o kısa sohbeti beni çok etkiledi. Hiç unutamadım ve sana olan bu saygım ondandır. Sen üzerine alınma, gelip gitmeye devam et."   Sosyal Demokrat camianın önde gelen isimlerinden bakanlık, parti başkanlığı yapmış, Türkiye’nin geri kalmışlığına iki ciltlik kitabı ile önemli notlar düşmüş bir kişinin, Hocaefendi’nin kısa bir süreliğine konuşmasından beni, her seferinde dış kapıya kadar uğurlayacak denli etkilenmiş olması ve bunu Hocaefendi’nin vefatından yıllar sonra yapıyor olması çok manidar olmalı. Eserleri ve hizmetleri ile seksen üç yıl sonra hala ülkesine ve insanlığa hizmet etmeyi sürdüren ve bu sadaka-i cariye sayısı her geçen zaman içinde katlanarak çoğalan Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’yi, onun gibi hizmet ehli merhum büyüklerimizi saygıyla, minnetle, hürmetle anıyorum. Kendisini anlatmaktan fersah fersah uzak kalan bu bîçare satırlarımı da, daha önce ona yazmış olduğum Sus adlı şiirin son satırları ile noktalıyorum.   “...Ve göğsümde bir mahşer Göğsümde bir kıyamet Topuzlar, balyozlar, gürzlerle döven Pamuk darbeler Kaburgalarımın altından Göz kapaklarıma yayılan Islak, lahuti bir ses Sus, sus, sus..."  
Ülkemizin ve İslam Dünyasının en değerli simalarından birini kırk dört yıl önce bugün Hakkın rahmetine ve Peygamber Efendimizin komşuluğuna uğurlamışız.

Ülkemizin ve İslam Dünyasının en değerli simalarından birini kırk dört yıl önce bugün Hakkın rahmetine ve Peygamber Efendimizin komşuluğuna uğurlamışız.

Hakkında onlarca makale, biyografi ve kitap okumuş, hatıra dinlemiş, belgesel izlemişim.

Hepsi de son derece kıymetli.

Fakat bir şey fark ettim:

Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi ve onun eserleri; insanlar, kurumlar, kuruluşlar, vakıflar, gazeteler, radyolar, televizyonlar, dergiler, dernekler... Birbirinin içinden yeni yeni eser ve hizmetler doğururken bunların detaylarına pek inememişiz.
 

Oysa, benim de bizzat yaşayarak tanık olduğum ve hatta bir kısmına da dokunduğum bu hizmet ve eserler hep onun bir işareti, teşviki ve en önemlisi de emeği ile ortaya çıkmıştı.

Çünkü Hocaefendi, sadece Mehmet Zahit Kotku’dan ibaret değildi.

O, esas itibarı ile Allah’ın emir ve yasaklarına, Peygamber Efendimizin yapıp ettiklerine harfiyen uyarak ve insanları da bunlara uymaya çağırarak 83 yıl boyunca, Üstad Sezai Karakoç’un tarif ettiği gibi bir mü’min olarak iki dünyayı bir arada yaşadı.

Böyle olan, böyle yaşayan insanların ölüm sonrası, ömürlerinden daha bereketli oluyor, vefatlarından sonra da hizmetleri devam ediyor.

Ben, dünya gözü ile ona bakamadım, ona dokunamadım, onunla konuşamadım, nasiplenemedim ne yazık ki...!

1980 Kenan Evren darbesinde Erzurum’da öğrenciydim ve birkaç yıldan beri Vahdet adında bir dergi çıkarıyorduk.
 

Darbe olunca dergimiz kapatıldı, yazı işleri müdürümüz rahmetli Ahmet Kara hapse atıldı, dergi sahibi Fuat Sağıroğlu çok sıkıntılar yaşadı, yayın müdürü olan ben ve diğer arkadaşlarımız rahmetli Kınyas Tanı, Cevdet Bulut... Hepimiz takibata uğrayıp kaçak olduk.

Aradan tam bir ay geçti, yavaş yavaş başımızı bulunduğumuz deliklerden çıkarmaya çalışıyorduk ki, İstanbul’da 14 Kasım 1980’de cemaatinin çokluğu ile Türkiye’yi sallayan büyük bir zatın cenazesi oldu.

Adını hayal meyal duymuş gibiydim.

Gazetelerden fotoğrafına baktım:

Evet o; Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi.

Okuldan mezun oldum, askerliğimi yaptım ve 1985 yılının Mayıs ayında İstanbul Fatih’te Vefa yayıncılıkta işe başladım; İlim ve Sanat Dergisi... Önce muhabir, sonra yayın müdürü; ardından Gül Çocuk Dergisi kurucu yayın yönetmeni ve sonrasında İslam Dergisi, İlim Sanat Dergisi, Kadın Aile Dergisi ve Gül Çocuk dergilerinin yayınlarından sorumlu oldum.

Dergilerin başyazılarını o zamanlar Ankara İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan ve sonraları Hocaefendi’nin hizmetlerini Türkiye sınırları dışına taşıyan, merhum Şehit Mahmut Esad Coşan Hoca yazıyor, merhum Raşit Küçük Hoca da yazıları gözden geçiriyordu.

O sıralar vefatının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen hem dergilerde, hem Hakyol Vakfı'nda, hem Seha Kitabevi'nde ve hem de çalıştığımız bütün ortamlarda Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi’nin adı, hizmetleri, eserleri, iyilikleri, merhameti ve mütevaziliği konuşuluyordu.

İslam Dergisi başta olmak üzere diğer dergiler de Hocaefendi’nin işareti ile kurulmuştu.

Başta Yıldız Teknik Üniversitesi olmak üzere İstanbul Teknik'ten ve diğer üniversitelerden mezun olup yetişenler birer birer çeşitli kurum ve kuruluşlarda harıl harıl hizmet veriyorlardı.

Bunlardan Necmettin Erbakan Almanya’daki bilimsel çalışmaları ile, TOBB’deki bilimsel ve teknik çalışmaları ile, sanayideki çalışmaları ve Türkiye’de ilk olan 'Gümüş Motor' hizmeti ile siyasette başbakanlığa kadar yükselerek medeniyetimizin son temsilcisi Osmanlı'dan sonra adeta yok edilen, tüm müslümanların birlik ve kardeşliği olan “Ümmet” anlayışını Türkiye ve dünya müslümanlarına güçlü bir şekilde algılatan öncülüğü ile ve yetiştirdiği öğrencisi Recep Tayyip Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarında devrim niteliğinde onlarca hizmeti ile Kotku Hocaefendi yaşamaya devam ediyordu.

Ayrıca devlet adamı olarak, iktidarları döneminde kendi deyimi ile Türkiye’ye 150 yıl çağ atlatan, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Turgut Özal; vaaz ve irşatları ile büyük hizmetlere imza atmış olan ve şu anda Türkiye’nin savunma sanayiindeki yükünün büyük bir kısmını taşıyan önemli bir bilim insanına baba olan Cevat Akşit; eğitimci, devlet adamı, akademisyen, hizmet adamı Raşit Küçük; din, bilim ve devlet adamları Lütfi Doğan, Fehim Adak, Mazhar Özman, Nihat Ongun, Cafer Tatlıal, Yaşar Karayel, Ali Oğuz; Devlet Planlama Teşkilatı'nda (DPT) onlarca hizmete imza atan devlet adamı, teknokrat, siyasetçi Recai Kutan; Muammer Dolmacı, Halit İlhan, Cevat Ayhan, Kemal Unakıtan ve yıllardan beridir Konya’nın eğitim ve yardımlaşma hizmetlerini omuzlayan Mehmet İncili.

Merhum şair Sedat Yenigün; eğitimci, ilim ve iş insanları Mustafa Köseoğlu, Mehmet Bilge, Mehmet Akkuş, A.Turan Aslan, Aliriza Temel, Bekir Sobacı, Rifat Tandoğan, Kazım Bilge... Dergilerde hasbelkader içinde bulunarak yakından tanıdığım ve 28 Şubat zorbalığının ve baskılarının hemen hemen tek başına ödünsüz direnişini sergileyen Kanal 7 Medya grubunun yönetiminde bulunan iş insanı, iletişimci, yönetici Zekeriya Karaman; yönetici, şair, Mustafa Çelik; iletişimci, bürokrat, 2005-2009 yıllarında RTÜK başkanlığı yapmış olan Zahit Akman; iş insanı, iletişimci İsmail Karahan grubun diğer mecraları olan Ülke TV, Radyo 7, Haber 7. com, İzle 7. com ve Kanal 7 Avrupa gibi büyük bir medya grubunu yönetmektedirler.

Yine dergilerin, yayınevinin ve vakfın yayın, yönetim ve teknik kadrolarından tanıdığım Abdullah Eren, İrfan Gündüz, Ersin Nazif Gürdoğan, Yusuf Yazar, Osman Sarı, Mehmet Emre, Mustafa Karataş, Hasan Aycın, Tahir Yaren, İsmail Kıllıoğlu, A. Emre Bilgili, Kemal Kahraman, Özkul Eren, Yılmaz Bayat, Hasan Hüseyin Ceylan, M. Hilmi Güler, H. Ahmet Özdemir, Hüseyin Karakaya, Fahrettin Koca, Mahmut Akbal, Osman Acun, Engin Yılmaz, M. Bahadır Güven, Celil Güngör, Veli Kara, Tahsin Kahraman, Akif Emre, İbrahim Altan, M. Ahmet Varol, Mehmet Sarı, Mevlut Koca, Necati Sungur, Zülfikar Güngör, Yusuf Atalay, Kemal Kaptaner, H. Volkan Cengiz, Coşkun Yılmaz, Hasan Durmuş, M. Ali Cantürk, Mustafa Sancar, Recep Koçak, Serdar Yakar, Sebahattin Kara, Salih Koca, Ramazan Erkut…. Başbağlar katliamında şehit düşen merhum Ali Taşdelen ve daha isimlerini yazamadığım, işlerinde başarılı insan ya direkt olarak Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiş veya onun riyasetiyle hayat bulmuş kurum ve kuruluşlarda önemli hizmetler yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlar.

Hocaefendi’nin en çok değer verdiği eseri insandır.

Bundan dolayı dini ilimlerden ekonomiye, iletişimden eğitim ve öğretime, iş hayatından sanat ve edebiyata, yardım kuruluşundan siyasete, vakıf ve derneklerden bilim ve kültüre kadar her alanda çok değerli insanlar yetiştirmiştir.

Bu sebeple Nazif Gürdoğan ağabey, çok haklı olarak onun için “Görünmeyen Üniversite” demiş ve bu isim ile bir de kitap yazmıştır.
 

Kafkas kökenli İbrahim Efendi'nin 1897 yılında Bursa’da dünyaya gelen oğlu Mehmet Zahit Efendi, annesi Sabire Hanım'ı daha üç yaşında iken kaybetmiş.

Henüz 17 yaşında genç bir öğrenci olduğu sırada da Bursa Sanat Mektebi'ni yarıda bırakarak Suriye Cephesi'nde savaşa katılmış.

Altı yıl süren askerliği sonucunda Osmanlı Suriye’den çekilince büyük meşakkatlerle İstanbul’a gelir, burada askerliğinin geriye kalan kısmını yazıcı olarak tamamladıktan sonra İstanbul Cağaloğlu’nda bulunan Gümüşhânevi Tekkesi’nde Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eder.

Bir gün hocasının kendisini “Hafız Mehmet” diye çağırmasından hareketle, “Hocam benim hafız olmamı ister” diye düşünüp bir yandan da hafızlığa başlar.

Hocasının vefatı üzerine Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında eğitimini ve yürütmekte olduğu hafızlığını tamamlar.

Hocası Feyzi Efendi’nin isteği üzerine bazı köy ve kasabalarda, ayrıca Fatih, Ayasofya, Beyazıt Camii ve medreselerinde hizmetlerde bulunur.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine Bursa’ya döner, burada ve sonrasında İstanbul’un çeşitli camii ve mescitlerinde görev yapar, 1958 yılında tayin edildiği İstanbul Fatih'teki İskender Paşa Camii'nde görev yaparken 83 yaşında vefat eder.

Hocaefendi’nin hayatını kısanın kısası olarak yazmaya çalıştım, zira onun hayatı ciltlerce sürecek bir çile, hizmet ve alın teri doludur.

Hocaefendinin yaşadığı dönemde bizzat şahit olduğu gibi Türkiye, rayından çıkarılmış bir tren gibi uçuruma doğru sürükleniyordu.

Ömrünü bu hatayı düzeltecek insanları yetiştirmeye ve önemli gördüğü kurumları oluşturmaya adadı.
 

Türkiye’de ilk kez bir motor üretilmesine ve yukarıda söylediklerimden başka MİLSAN gibi, VEFA yayıncılık, ASFA, AKRA gibi birçok kurumun kurulmasını işaret etti.

Hizmetleri ve hizmetlileri Türkiye’yi kuzeyden güneye, doğudan batıya kuşattığı gibi yetiştirdiği bilim, eğitim ve ilim insanları tıp ve yardım kuruluşları vasıtasıyla Afrika’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan Avustralya’ya, Avrupa’dan Balkanlar’a kadar dünyanın birçok yerine ulaştı ve devam ediyor.

Bizâtihi kendisinin dünya ve dünya nimetleri ile olan irtibatı ise bir serçe parmağı ucunun irtibatı kadardı.

Bunun bir örneğini Raşit Küçük Hoca ile yaptığım bir konuşmada ondan dinlemiştim.

Merhum Raşit Hocamız şöyle anlatmıştı: “Hocaefendi’nin imamlık yaptığı İskenderpaşa’da onun hizmetlerine bakıyor, onunla ilgileniyordum.

Bir gün Hocaefendi’yi birisi ziyarete geldi.

Kendisinin iş adamı olduğunu söyledi, bir müddet oturup, el öpüp işlerinden bahsettikten sonra çantasından, içinde epeyce bir miktar para olduğu belli olan kabarık bir zarf çıkardı ve bunun ihtiyaç sahiplerine verilmesini rica etti.

Hocaefendi zarfı eline almadı, oturduğu kilimin ucunu işaret etti, ‘Şu kilimi kaldır, onun altına koy evladım’ dedi ve adam zarfı oraya koyup, vedalaşıp gitti.

Ben bu olup biteni görüyordum, sesimi çıkarmadan gelip-giden misafirlere ve Hocaefendi’ye hizmetlerimi sürdürüyordum.

Aradan birkaç saat geçmişti, her hallerinden çok üzgün ve bitkin oldukları anlaşılan iki kişi geldi, yanlış hatırlamıyorsam Tokat’tan geldiklerini söylediler. Kendilerini tanıttıktan sonra biri dedi ki, ‘Efendim ben bu şahsın komşusuyum, bir süre önce komşumun evi, içindeki eşyaları ile birlikte tamamen yandı, ev halkı canlarını zor kurtardı.

Şimdi bu evi yeniden yapmak istiyoruz, yardımınıza ihtiyacımız var.’

Hocaefendi, evi yanan şahsı da dinleyip tasdik ettirdikten sonra sessizce başını önüne eğdi ve on, on beş saniye öylece durdu, ardından önünde bağdaş oturan kişilerden evi yanana kilimin altındaki zarfı işaret ederek, ‘Şunun altında bir zarf olacak, onu alın ve ihtiyacınızı görün evladım’, dedi.

Orada kaç para vardı?

Ne baktı, ne saydı, ne de dokundu.

O zarf birilerinden geldi, başka birilerine gitti.”

Şeklinde anlatmıştı.

Kotku Hocaefendi’nin dünya ile bağı sadece uzaktan bir işaretlemeden ibaretti, bu sebeple de insanı ve ülkesinin tarihini yoğururken zühd ve takva ehli kâmil bir mü’min olarak bu gayretlerinde başarılı oldu.

Hayatı boyunca bıkmadan, yorulmadan öğrendiği Kur’an ilmini ve Peygamber Efendimizin hayatını insanlara sevgiyle, muhabbetle, nazik bir üslupla, incitmeden, hikmetle ve aşkla anlattı.

Öğrenmek ve öğretmek aşkı onun için bir yaşama biçimi, hayat tarzı oldu.

Bu düsturla ülkemizin kalkınmasında, yükselmesinde emeği geçen ve hala geçmekte olan on binlerce insan yetiştirdi.

Bu emek ve gayretlerini sadece kendi bulunduğu camia ile sınırlamadı, ulaşabildiği bütün kesimlerin ihtiyaç sahiplerine yardımcı oldu, yardımcı olunmasını istedi.

Hakkı ve hakikati söyledi ve bu emekleri de her alanda sonuca ulaştı.

Bulunduğu her ortamı sevgi ve aşk medeniyetimizin boyasına boyamayı şiar edinerek yaşadı.

Bu sebepledir ki, her kesimden insanın saygınlığını kazanmıştı.

Bunun bir örneğine de bizzat ben şahit olmuştum.

1980’lerde Güneş Gazetesi çıkıyordu.

Gazetenin yayın yönetmeni İsmail Cem İpekçi idi.

Kendisiyle İlim ve Sanat Dergisi'nde çalıştığım sırada tanışmıştım.

İsmail Bey, Güneş Gazetesi'nin Laleli’de bulunan bürosunda otururdu, zaman zaman yolumu o tarafa düşürür, kendisine uğrar, selam verir, çayını içerdim.

Bir zaman sonra dikkat ettim ki, her seferinde İsmail Bey beni dış kapıya kadar uğurluyor.

Bunu fark edince çok utandım.

Zira Cem İpekçi benden yaşça epeyce büyüktü ve "Ağabey" dedim, "Siz eğer her geldiğimde böyle zahmet edip kapıya kadar geçirecekseniz, ben artık gelmeyeyim."

Elini omzuma attı, gülümsedi ve şöyle dedi: “Bak genç adam, bu saygım senin için değil. Bir gün havaalanında VIP’de senin rahmetli Hocan Mehmet Zahit Hoca ile karşılaştık ve sohbet ettik.

Hocanın o kısa sohbeti beni çok etkiledi.

Hiç unutamadım ve sana olan bu saygım ondandır.

Sen üzerine alınma, gelip gitmeye devam et."
 

Sosyal Demokrat camianın önde gelen isimlerinden bakanlık, parti başkanlığı yapmış, Türkiye’nin geri kalmışlığına iki ciltlik kitabı ile önemli notlar düşmüş bir kişinin, Hocaefendi’nin kısa bir süreliğine konuşmasından beni, her seferinde dış kapıya kadar uğurlayacak denli etkilenmiş olması ve bunu Hocaefendi’nin vefatından yıllar sonra yapıyor olması çok manidar olmalı.

Eserleri ve hizmetleri ile seksen üç yıl sonra hala ülkesine ve insanlığa hizmet etmeyi sürdüren ve bu sadaka-i cariye sayısı her geçen zaman içinde katlanarak çoğalan Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’yi, onun gibi hizmet ehli merhum büyüklerimizi saygıyla, minnetle, hürmetle anıyorum.

Kendisini anlatmaktan fersah fersah uzak kalan bu bîçare satırlarımı da, daha önce ona yazmış olduğum Sus adlı şiirin son satırları ile noktalıyorum.

 

“...Ve göğsümde bir mahşer

Göğsümde bir kıyamet

Topuzlar, balyozlar, gürzlerle döven

Pamuk darbeler

Kaburgalarımın altından

Göz kapaklarıma yayılan

Islak, lahuti bir ses

Sus, sus, sus..."

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yenidevirhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.